Hatırlayanlar olacaktır “Eskişehir’in Kalesi, Hocası ve Süper Kahramanı” başlıklı yazımda şehrimizin kalesinden sözetmiştim. Hocası ve kahramanı hakkında yazmayı ise bir başka yazıya bırakmıştım. Kısmet bugüneymiş. Bu yazımızda kahramanımızı anlatmaya çalışacağım dilim döndüğünce. Eskişehir’in herkesçe bilinen hocası yine bir başka yazıya kaldı.
“Süper kahraman” da nerden çıktı diye sorabilirsiniz. Teksas-Tommiks okuyarak büyümüş, ilk okuma zevkini bu tür kitaplardan almış bir kuşaktan geldiğimiz için kahramanlar her zaman ilgimi çekmiştir, ama bu yazı onlarla ilgili değil.
Bakış açımın temelinde “şehir” odaklı bir yaklaşım yer almaktadır. Daha doğrusu şehirlerin kültürel ve mimari varlıklarını öne çıkaran, efsanelerin zenginleştirdiği sembolik anlamlar kazanmış ve sosyolojik bir karşılığı olan unsurları vurgulayan bir yaklaşımdan söz ediyorum. Diğer bir deyişle, kent kimliğinin bir parçası olarak ele alıyorum kahramanlık meselesini.
Kimlik, adı üstünde bir kişiyi diğerinden ayırt etmeye yarayan bir şeydir. Kent kimliği dediğimizde bir kenti diğer kentlerden ayıran özellikleri kastederiz. Bir kenti başka kentlere benzetmeye kalkmak en hafif deyimle o kente saygısızlık etmektir. Benzetilmek istenen bir Avrupa kenti olsa da âkıbet değişmez! Sonunda varacağınız nokta kimliksizlik ve kaçınılmaz bir yozlaşmadır. Türkçemizdeki deyişle şehri bir güzel “benzetmiş” olursunuz o kadar!
İnsanın kendisinden alıntı yapmasının tuhaflığının farkındayım. Buna rağmen daha önce kurduğum (itiraf ediyorum pek de sevdiğim) şu cümleyi yinelemeden geçemeyeceğim: “Bir şehrin geçmişin mirasını ve hatıralarını koruyarak ve geleceği gözeterek gelişmesi gerektiğini düşünürüm. İnsan gibi yani!”
Ben, yaygın görüşün aksine, Eskişehir’in “insan” gibi geliştiğini düşünmüyorum. Ama bunun sorumluluğunu sadece belediyelere yıkmanın insaf ölçüsüyle bağdaşmadığının da farkındayım. Sorun, genel bir sorun aslında; tarihi, sosyolojik, kültürel ve politik kökenleri var. Bu yüzden sadece Eskişehir değil, hiçbir şehrimiz insan gibi, insana lâyık bir gelişme çizgisi ortaya koyamıyor uzun zamandır. Halbuki, biz şehir, kasaba nedir bilmeyen bir millet değiliz. Şehirlerimizin içler acısı hallerini genetik kodlarımıza, göçebeliğimize, son tahlilde uygarlığımıza bağlayan ukalâlıklara tahammül etmekte zorlanıyorum bazen. Hele her gördüğü taş eve çok bilmiş bir eda ile “rum evi” diyenler yok mu!

Rum evi deyince aklıma geldi… İlginçtir, Selanik’e gittiğimde, Yunan şehirlerinin de bizdekilere benzer bir çirkinlik yarışı içinde olduklarını gördüm. İzmir’in betonlaşmış Kordonuyla Selanik’in Kordonu arasındaki benzerliğe hayret ettim! Suyun ötesiyle berisi şehrin en katı halinde karar kılmışlar anlaşılan! Yunanlılara sorarsanız “biz 19. yüzyılın sonlarına kadar bir ulus değildik” diye açıklıyorlar. Antik olan herşeyi göklere çıkarırlarken, Bizansın çöküşünden sonrakileri, hatta Selanik gibi güzelim ticaret merkezlerini saf Yunan olmayan, önemsiz “çok kültürlü” şeyler olarak küçümsüyorlar. Sayıları iyice azaltılmış olsa da halâ ayakta kalmaya direnen hanlarına, hamamlarına, ibadethanelerine sırt çevirirken, eski Bizansı diriltme umuduyla köstebek gibi şehrin altını üstüne getirmeye çalışıyorlar. Déjà vu!
Herhangi bir okumuşumuza “nedir bu iş” diye sorsanız, hemen “eğitim şart” klişesine sarılır. Eğitim şart olmasına şart da, Attilâ İlhan’ın deyişiyle “hangi eğitim”? Tarihi ve sosyolojik temelleri olmayan bir uygarlık paradigmasına dayanan eğitim anlayışıyla bir yere varabilir miyiz? İki yüzyıldır bir yerlere vardığımızı söyleyebilir miyiz?
Eski evlere, konaklara bakarken, taş döşemeli sokakları adımlarken, hele bunların yüzü gözü biraz olsun temizlenmişse, ruhumuz huzur ve sükûn buluyor değil mi? Taşlardan, avlulardan, ağaç gölgelerinden ışıyan görünmez huzuru bilinçaltımızın derinliklerinde bir yerde duyumsuyoruz. Bu evleri, bu sokakları, bu şehirleri, bu kasabaları inşa edenlerin günümüz mimarlarından, ustalarından formel anlamda daha eğitimli olduklarını söyleyebilir miyiz? Peki onlara içlerinde yaşayacakları bu evleri yaptıran mülk sahiplerinin ekonomik durumları? Daha mı zengindiler bu mekanların sakinleri?
Bütün bu sorulara parça parça pek çok yanıt verilebilir. Pek çok açıklama yapılabilir ve çözüm önerileri sunulabilir. Bunlara bir itirazım da olmayabilir. Ama parça parça sorunların köküne, sebeplerin sebebine inemediğimiz sürece bir çıkış yolu bulmamız zor görünüyor.
Sorunumuz hiç kuşkusuz bir “uygarlık” sorunudur. Örneğin, burada değindiğimiz şehir, çevre, mimari, mekan problemlerinin “estetik” ile ilgisini rahatlıkla kurabiliyoruz. “Estetik yoksunu” lafı dilimize dolanmıştır bir kere. Estetik yoksunu demek güzelliği algılama ve duyumsama yeteneğini yitirmiş olmak demektir. Peki bu yetenek nasıl yitirilir?
Uygarlığınızı yitirdiğiniz zaman pek çok şeyle birlikte estetik duygunuzu da yitirirsiniz. Bu kaçınılmaz sondur. Çünkü, estetik bir uygarlığın temellendiği sacayaklarından biridir. Formel eğitimle şunla bunla bireysel planda insanların estetik anlayışlarının gelişmesine yardımcı olabilirsiniz belki. Ama uygarlık bağlamından koparılmış bir estetiğin toplumun tümüne nüfuz etmesi, zamanın ve eşyanın ruhuna sinmesi mümkün değildir. Kanıtımız; yaşadığımız şehirler, oturduğumuz evler, kullandığımız nesnelerdir.
Harcanan onca paraya, verilen onca emeğe, çekilen onca sıkıntıya rağmen geometrisi düzgün, orantı duygumuzu tatmin eden, içinde bir kaç kuşağın ömrünü geçirebileceği, geleceğe miras olarak bırakabileceğimiz evler, mahalleler, siteler kuramıyoruz. Aynı yerde yıkılıp yıkılıp yeniden yapılıyoruz. Daha doğrusu yapılamıyoruz. Adeta süreklilik kazanmış bir yıkılış, yeniden yıkılış, bir daha yıkılış kısır döngüsü içindeyiz. Fantastik bir kurgu sinema, sonu gelmez bir bilgisayar oyunu!
Fantastik deyince yazının başlığını hatırladım şimdi. Eskişehir’in süper kahramanı diye başladık söz buraya geldi. Merak etmeyin konu dışına çıkmadık. Bir sonraki yazıda kahramanlık meselesine değineceğim.
One reply on “Eskişehir’in Süper Kahramanı!”
Saygıdeğer Recai Hocam,
memnuniyetle okuduğum yazılarınız için çok teşekkür ediyorum. Şehirlerimizin içler acısı halleri beni de derinden üzmektedir, her zaman da bunun sebepleri üzerinde düşünmekten kendimi alamıyorum. Sebebini bulabiliyor muyum? Bilmiyorum. Muhtemelen çok sebepler var, ancak hep üzerinde yoğunlaştığım iki şey çoğu zaman ağır basıyor: günü kurtarma psikolojisinin iliklerimize kadar işlemiş olması ve Sizin de kaydettiğiniz gibi geleceğimizi düşünmememiz. Belki bunları bir az da tetikleyen etken, oldukça yüzeysel bir eğitim sistemine sahip olmamız ve şehirlerimizi planlayanlar içinde de da bu eğitim sisteminin içinden çıkan insanların ağırlıklı olması, karar verirken derinden düşünmek istemeyen, düşünmeyi sevmeyen insanların ağırlıklı olması.
Selam ve saygılarımla,
Prof. Dr. Refail Kasımbeyli
BeğenBeğen