Gelenek, ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinemeyen, eskiden beri uygulana gelen ve genellikle iyi bir şey olarak kabul gören her türlü âdet, alışkanlık, davranış biçimi ve kültürel değerler için kullandığımız bir sözcüktür. Üniversitelerin de köklü geleneklere sahip olması arzu edilen bir şeydir. Köksüz olmayı kim arzu eder ki? Ancak, arzu etmek başka şeydir, olgusal gerçeklik başka şey.
Daha dün kurulmuş bir üniversitenin tanıtım broşüründe “köklü üniversite-since 2008!” ibaresini görünce gülüp geçiyorum sadece. Ben şahsen kızamıyorum bu tür kendini bilmezliklere! Çünkü, Türkiye’de hiçbir üniversitenin köklü bir geleneğe sahip olmadığını düşünüyorum.
Harp Okullarını saymazsak en eski üniversitemizin resmi kuruluş tarihi 1933’tür. “Ama hocam o üniversite aslında 1453’te kurulmuştur” diyebilirsiniz. Geleneğin objektif şartı süreklilik ya da kadim olmaktır. Tanzimat Dönemindeki tedrici sapma (Darülfün’un kuruluşu) ve 1933’teki köklü değişim (Darülfünun’un lâğvedilişi), yazı devriminin yol açtığı sonuçlarla birlikte süreklilik koşulunu ortadan kaldırmıştır. Bu yüzden mevcut bütün üniversitelerimiz aslında “yeni” üniversitelerdir. Cumhuriyetin 100. yılına yaklaştığımız şu günlerde üniversitelerimizin de yaşını başını almış olmanın getirdiği bir olgunluğa erişmiş olmasını dilerdik.
Halâ üniversiteye ilişkin bir sistem arayışı içindeyiz. Sürekli kanunlar çıkarıyoruz, yönetmelikler yapıyoruz. Ama bir türlü arzu edilen (artık neyi arzu ediyorsak) sistemi kuramıyoruz. Yüz yıllık sürecin neredeyse son 40 yılına tanıklık ettiğimi söyleyebilirim. Ondan önceki 60 yıl da hep arayış içinde geçen yıllardı. Bugün küreselleşme, bilişim teknolojilerinin ortaya çıkması, nüfus artışı gibi çağa özgü nedenlerle yükseköğretim sistemlerini gözden geçirme ihtiyacı hisseden pek çok ülke var. Ancak, bizimki bu türden bir arayış değil. Biz daha en temel konularda bir karara varamadık.
Nobel ödüllü bilim adamımız Prof. Dr. Aziz Sancar bir konuşmasında bu konuya değinerek şöyle demiş: “Bilim yapmak bir genetik, zeka meselesi değil, gelenek meselesidir. O bakımdan bizim bunu bir gelenek haline getirmemiz lazım.” Demek ki sayın Sancar da bu geleneğin oluşturulamadığı kanaatinde. Tabii gelenek denen şeyin “ha deyince” oluşturulan bir şey olmadığını biliyoruz.
Peki akademik gelenekler nelerdir? Nasıl şeylerdir bunlar?
Akademik gelenekleri ikiye ayırabiliriz. Zaten böyle şeyler genellikle hep ikiye ayrılır.
Birinci gruptakiler daha çok akademik ritüeller, akademik giysiler, törenler ve benzeri etkinliklerle ilgilidir. Üniversitenin kendine özgü bir yapısı, hiyerarşisi ve bir “sosyetesi” vardır. Geleneklerin önemli bir kısmı, nevi şahsına münhasır bu sosyal grubun yüzyıllar içerisinde oluşturduğu akademik ortam, çevre ya da dünyaya özgüdür. Geleneklerin en eğlenceli olanları bu grupta yer alır. Konuya yabancı olanlara daha iyi anlatabilmek için “kına gecesi” adetlerine benzetebiliriz bunları. Bu tür geleneklerde bir törensellik (ritüel), neşe, mizah ve parodi duygusu hakimdir.
Sözgelimi akademik giysilere bakalım. Akademik giysilerin kökeni Avrupa’da ilk üniversitelerin biçimlenmeye başladığı 12. ve 13. yüzyıla uzanır. Bir üniversite mensubunun giysisi, ister öğrenci isterse öğretim üyesi olsun, bir rahibin giysisiyle aynıydı geçmişte. Zamanla bunların renklerinde, kesim tarzında, üzerlerine eklenen rütbe benzeri işaretlerde ve sembollerde farklılıklar oluşmuş ve her üniversite kendine özgü bir giyim tarzı yaratmıştır. Bu giysiler hiç de ergonomik olmayan, hayli tuhaf başlıklarla tamamlanır. (Anadolu Üniversitesi cübbesinin de ergonomik olmadığını burada hatırlatayım. Törenlerde bu cübbeyi düzgün bir şekilde taşıyabilmek için neler çektiğimiz ayrı bir yazı konusu olur. Anadolu Üniversitesi cübbesini taşımak kolay değildir:). ) Günümüzde bu giysiler her zaman değil, özel günlerde mesela açılış /mezuniyet törenlerinde, doktora ve doçentlik jürilerinin finallerinde, ha bir de protesto yürüyüşlerinde giyilir.
Doktora derecesinin verilmesi sırasında, ama özellikle profesörlük atamalarında üniversiteden üniversiteye değişen farklılıklar olsa da, gösterişli salonlarda parlak cübbeler içinde ciddiyet ve vakar yüklü törenler yapılır. Gerçekten köklü batılı üniversitelerde bu törenler, yeni atanmış bir büyükelçinin ülkenin devlet başkanına güven mektubunu sunduğu ya da kraliçelerin katıldığı törenleri andırır. Bizim üniversitelerimizde ise bu tür törenlerde nasıl davranılması gerektiğine tam karar verememiş insanların tedirgin havası hakimdir.
Mezuniyet törenleri ise daha neşeli ve coşkulu olur. Ama bizdeki neşe ve coşku ile onlardaki neşe ve coşku arasında, gençliğin saf heyecanındaki ortaklığı bir yana bırakırsak, ciddi bir nitelik farkı olduğunu görürüz. Bizim mezuniyet törenlerimiz daha çok “hadi eller havaya” türündendir. Genellikle klişelerle yüklü sıkıcı konuşmaların yapıldığı bu törenlerde bizde herhangi bir sürprize yer olmazken, gerçekten köklü üniversitelerde youtube’da pek çok örneğini izleyebileceğiniz içerikli konuşmalar dinleme ihtimali yüksektir. (Harvard Üniversitesinin 2015 yılı mezuniyet töreni videosunu izlemek için buraya, bizden bir töreni izlemek için de şuraya tıklayabilirsiniz.)
Yanlış anlaşılmasın. Maksadım Harvard ile Kırıkkale arasında yersiz bir kıyaslama yapmak değil. Anlatmak istediğim bizim hiçbir üniversitemizin törensel anlamda da olsa bir geleneğe yaslanmadığıdır. Esasında bütün bu törensel şeylerin hiçbir önemi yok. Gerçekten yok. Yani bunları bir eksiklik olarak görmüyorum. Gerçek bir üniversite olma yoluna girdiğimizde zaten kendi ritüellerimizi de oluştururuz farkına dahi varmadan. Ama kavramları ve sözcükleri doğru kullanmak zorundayız. Akademik gelenek bunu gerektirir.
İşte şimdi akademik geleneklerin ikinci grubuna geldik. Bu gruptakiler önemlidir. Çünkü bunlar içerikle, özle, değerlerle, daha doğrusu varoluş sebebimizle ilgilidir. Örneğin yeteneğe saygı, değerbilirlik, tevazu, gerçeklik sevgisi, akademik doğruluk, akademik dürüstlük, akademik özgürlük ve özerklik, liyakat… Bütün bunları tek başına yasalarla, yönetmeliklerle, komisyonlarla, etik kurullarla düzenleyerek üniversite hayatının bir parçası haline getiremeyiz. Bu değerlerin aynı zamanda geleneğin bir unsuru haline gelmesi gerekir. Yani kağıtlara değil, ruhlara kazınması gereken ilkelerdir bunlar. Bu değerleri içselleştirdiğimizde bir gelenek oluşturduğumuzu söyleyebiliriz.
Örneğin, bizim bir intihal (bilimsel hırsızlık) sorunumuz var. Bu sorunu bir takım düzenlemelerle, bir çeşit bürokrasi içinde çözmeye çalışıyoruz. Ben akademik geleneği olan bir üniversitede intihal sorunu gibi bir sorunun olmayacağını düşünüyorum. Hırsızlık her zaman her yerde olabilir tabii ki. Ancak, kökleşmiş bir geleneğe sahip kurumlarda bu yalnızca bir arıza olarak nadiren yaşanır. Geleneksel toplumlarda töreyi ihlal eden bir kişinin o toplumda tutunabilmesi nasıl mümkün olmazsa, intihalcinin de akademik ortamda barınabilmesi mümkün olmaz. Barınıyorsa orada yapısal bir sorun var demektir.
Üniversitenin yaptığı eğitim-öğretim, araştırma, yaratıcı gayret, topluma hizmet gibi işler gerçek anlamıyla, kendini bu işlere adamış insanlarca yürütülebilir. Bu yüzden insan, diğer bir deyişle entellektüel sermaye üniversitenin asli ve yegâne varlığıdır. Binalar, kütüphaneler, laboratuvarlar, derslikler, teknolojik alt yapı gibi diğer varlıkların değeri daha edinildikleri günden itibaren azalmaya başlar. İnsan kaynağı ise zaman geçtikçe değerlenir. İnsanın değeri anlaşıldığında, sağlam bir gelenek oluşturma yönünde bir adım atılmış demektir.