Kaan, Rana, Leyla, Zahra, Aliya Nur ve Meriç ve de Nil! Bu masal sizin için...
Evvel zaman içinde üzerinde güneşin batmadığı uçsuz bucaksız bir ülke varmış. Şişman Kraliçe yönetirmiş bu ülkeyi.
Hamilelikten, doğum yapmaktan ve çocukların ortalıkta dolaşıp durmasından nefret edermiş Şişman Kraliçe.
Gel zaman git zaman bir de ne görsünler: Tam tamına dokuz çocuğu, kırk torunu, seksen sekiz torun çocuğu olmuş Şişman Kraliçenin!
Çocukları sevmese de iyi bir anne olarak bilinirmiş kraliçe. Gerçi bazı tuhaflıkları varmış ama hiç kimsenin aklından onun hakkında kötü konuşmak geçmezmiş.
Şişman Kraliçe sadece kendi çocuklarının değil, geniş ülkesinde yaşayan herkesin, ayırım yapmaksızın herkesin annesi olarak görülmek istermiş. İdaresi altındakilerin iyiliğini arzularmış. Daha on yaşındayken çın çın öten o güzel sesiyle her fırsatta “Ben iyi olacağım” dermiş. Bunu söylerken nedense “iyi” sözcüğünden ziyade “ben” sözcüğüne vurgu yaparmış. Belki de bu yüzden herkesin iyiliği meselesini kendine göre anlarmış. İnsanların kendileri için iyi kabul ettikleri şeyler ile Şişman Kraliçenin onlar için iyi olduğunu düşündükleri her zaman örtüşmezmiş haliyle.
Şişman Kraliçe ülkesini 777 odası bulunan bir saraydan yönetirmiş. Ülkesi onun döneminde bolluk içindeymiş. Öylesine zengin, öylesine görkemli, şatafatlı, tantanalı bir hayat yaşanırmış ki o ülkede, daha doğrusu o ülkenin saraylarında, yüzyıl sonra bile özlemle, imrenerek, iç geçirerek anılmış onun zamanları.
Şişman Kraliçenin yönettiği sayısız ülkeler arasında küçük bir ada ülkesi varmış. “Yeşil” denildiğinde bu ada gelirmiş akla. Yağmurların dinmeden dinlenmeden yıkadığı, yalçın kayalıklarla, derin uçurumlarla kaplı bu ülke denizin ortasında bir zümrüt gibi parıldarmış. Şarkıda söylendiği gibi özgürlüğün çağrısını göğüslerinde duyan gümüş kanatlı şahinler köhne kulelerin yüksek burçlarına yaparlarmış yuvalarını.
İnsanlarına gelince dost canlısı, serseri, ama şair ruhluymuşlar. Hikayeler anlatmayı severlermiş. Ne var ki o güzel hikayeleri kendi dillerinde değil de Şişman Kraliçenin dilinde anlatıyor olmaktan gizli/açık bir utanç duydukları söylenirmiş. Ha bir de yavaş hareket ederler fakat hızlı düşünürlermiş.
Ada halkı yoksulmuş. Fakat bol patates, tereyağı, sebze, süt ve balıktan oluşan günlük öğünleri sayesinde şehirlerde yaşayanlardan daha sağlıklı bir hayat sürerlermiş. İyi beslendikleri için uzun boylu, yakışıklı, güçlü-kuvvetliymişler. Bu yüzden Şişman Kraliçe o muazzam ordusunun askerlerini daha çok adada yaşayanlardan seçermiş. Çünkü, güçlü çeneleriyle askerlere dağıtılan taş gibi sertleşmiş peksimetleri yemekte hiç zorluk çekmezlermiş. İçinde barut tozu bulunan kağıt fişeklikleri dişleriyle kolayca parçalar, tüfeklerini herkesten önce ateşe hazır hale getirirlermiş. Kraliçenin havası kirli şehirlerinde yaşayan halkının ise ağızlarında hiç diş kalmamış. Kaldıysa da içinden taş çıkan bozuk ekmekleri yiyelim derken onlar da kırılmış gitmiş. Hal böyle olunca yeşil adanın erkeklerine orduda çok iş düşermiş. Denir ki, Şişman Kraliçe halâ anlatılagelen en büyük iki zaferini çeneleri sağlam bu ada köylülerine borçluymuş.
Uzatmayalım, bir vakit gelmiş adanın mutlu denebilecek bu hayatı tersine dönmüş. Gökyüzünün bulutlarla kaplı olmasına adalılar öteden beri alışıkmış. Ama öylesine kara bulutlar belirmiş ki birden, manzarayı tarif etmeye uygun sözcükleri bulmakta aciz kalmış o şair ruhlu, hikayeci adamlar. Küçük bir çocuğun uyarısıyla gümüş kanatlı şahinlerin gökyüzünde artık parıldamadıklarını fark etmişler.
O gün her zamankinden daha fazla yağmur yağmış adaya. Akşama doğru patates tarlalarının üzerine yoğun mavi bir sis çökmüş. Bir çürüme kokusu yayılmış havaya. Rüzgar kesilip yağmur dindiğinde korkunç bir sessizlik kaplamış ortalığı.
İşte beş yıl sürecek açlık, kıtlık, hastalık, ölüm ve ayrılık dönemi adada böyle başlamış.
Şişman Kraliçe bu felaketi önce adada yaşayanların işledikleri günahlara yormuş, Tanrı tarafından verilen bir cezadır bu demiş. Sonra, bunun bir çeşit açlıkla terbiye olduğunu, tembel köylüler bundan sonra daha verimli ve disiplinli işçilere dönüşecekleri için endişe etmemek gerektiğini ileri sürmüş. Tam kalbi yumuşar gibi olurken bu sefer baş veziri ekonomi diye bir şeyden söz etmiş. Ona göre bu ekonomik bir şeymiş. Devlet ekonominin işleyişine mümkün olduğunca az karışmalıymış, sonra fena şeyler olurmuş. Sizin anlayacağınız zavallı adalılar kaderleriyle baş başa kalmışlar.
Adalılar açlıktan kırılırken Şişman Kraliçenin ülkesine ellerinde kalan gıda maddelerini göndermeye devam etmişler. Baş vezire göre bunun adı ihracatmış. Olmazsa olmazmış! Adalılar kraliçenin cimriliğinden çok bir türlü anlayamadıkları bu ihracat işine öfkelenmişler, ama ellerinden bir şey gelmemiş.

Ölümler yüzünden adanın nüfusu o kadar azalmış ki aradan yüz yıl geçtikten sonra dahi büyük kıtlık öncesindeki nüfuslarına ulaşamamışlar bir daha. Ölüm karşısında çaresiz kalan adalılar bir de göç sorunuyla karşı karşıya kalmışlar. Milyonlarcası derme çatma gemilere doluşarak okyanusun öbür ucundaki “yeni dünya” denilen uzak ülkeye doğru bir umut yolculuğuna çıkmışlar.
Herkes batıya giderken, bir doktor nedendir bilinmez doğuya gitmeyi tercih etmiş. Soranlara soğuktan, kara bulutlardan bıktığını, iyilik getirmeyen yağmurlardan usandığını söylemiş sadece. İnsanlar ne demek istediğini anlayamamışlar. Pek de umurlarında değilmiş zaten doktorun ne yaptığı. Bu gibi durumlarda sıkça kullandıkları bir sözle karşılık vermişler ona: Senin tercihin, saygı duyuyoruz, Tanrı yardımcın olsun!
Doktor az gitmiş, uz gitmiş, dünyanın en güzel denizi olmalı dediği sıcacık, masmavi, sonsuz bir denizi aşmış. Babaannesinin masallarından bildiğini düşündüğü harikulade bir şehrin kıyılarına ulaşmış ılık bir Mayıs sabahında. Güneş daha yeni doğuyormuş. Parlak ışıkları insanın içini tarif edilmez bir neşeyle dolduruyormuş. İpeksi bir tüle benzettiği sis tabakası yavaş yavaş aralanınca şehir ortaya çıkmış. Gördüğü manzara karşısında dili tutulmuş doktorun. Ufukta sıra sıra dizilmiş kubbeler taze gün ışığında pırıl pırıl parlıyormuş. Büyük bir ırmağı andıran denizin iki yakası açık mor mu, eflâtun mu yoksa pembe mi, rengine bir türlü karar veremediği erguvanlarla kaplıymış. Havaya yayılan iç bayıltıcı koku, memleketinde bütün felaketlerin başlangıcı saydığı o çürüme kokusunu bir anda silivermiş belleğinden. Uzun sürmüş bir hastalıktan sonra yavaş yavaş sağlığına kavuşan insanlar gibi hissetmiş kendini. Hafifçe yaslandığı küpeştede, gördüklerinin, hissettiklerinin etkisiyle, zevkten başı dönmüş insanların yaptığına benzer tuhaf bir ses çıkarabilmiş sadece yol yorgunu Doktor.

Padişahsız masal ülkesi olur mu? Olmaz elbet! Babasının ardından henüz 17 yaşındayken tahta çıkmış genç bir padişahı varmış bu güzel ülkenin. Doktor geldiğinde yirmili yaşlarını sürüyormuş genç padişah. Şişman Kraliçenin ülkesinde olduğu gibi ben şöyle olacağım, böyle olacağım demek ayıplanırmış onun ülkesinde. Söylenmese de iyi huylu, merhametli bir insanmış. Genç yaşına rağmen yaşını başını almış akıllı vezirleri, kavrayışı güçlü komutanları kendinden beklenmeyecek bir olgunlukla idare etmeyi ve onları bir işten diğerine koşturmayı başarırmış. Ama onun da kusurları varmış şüphesiz. Kusursuz insan olur mu? Bir kusur sayılacaksa kadınları çok severmiş örneğin. Bir de atalarının yaşadığı sarayı bırakıp kendine yeni bir saray yaptırdığı için kınanırmış sağda solda. Öyle Şişman Kraliçeninki gibi 777 odalı bir saray değilmiş onunki. Geniş ailesinin ve sayısı kraliçeninkinden daha fazla olan çocuklarının yaşayabileceği büyüklükteymiş anca. Üstelik o eski sarayda devlet işlerini yürütmek de pek kolay olmuyormuş eskisi gibi.
Biz gelelim Doktor ile genç padişahın hikayesine.
Kader, ülkesini terk eden Doktor ile genç padişahı bir gün karşı karşıya getirmiş. Padişahın inceliğinden, merhametinden etkilenen doktor cesaretini toplayıp memleketindeki açlıktan, ölümlerden ve çaresizlikten söz etmiş padişaha. Padişah duyduklarından derin bir kedere kapılmış. Kraliçenin kendi halkının acısı karşısındaki kayıtsızlığına akıl sır erdirememiş. Vezirlerine, ada halkının derdine ilaç olsun diye ben diyeyim onbin siz deyin yüzbin altın gönderilsin diye emretmiş.
Emretmesine emretmiş ama bu haber anında Şişman Kraliçenin kulağına gitmiş. Şişman Kraliçe yabancı bir ülke padişahının kendi halkına hem de kendisinden kat kat fazla yardım yapacak olmasından dolayı anlaşılmaz bir kıskançlık krizine girmiş. Elçilerini seferber ederek bu yardımı kabul edemeyeceklerini, padişah ille de yardım etmek istiyorsa ancak kendi verdiğinin yarısı kadar yardımda bulunabileceğini iletmiş cömert padişaha.
Padişah çaresiz kabul etmiş bu teklifi. Fakat gözüne uyku girmemiş bir türlü. Aklına şöyle bir fikir gelmiş: Madem altınlarımızı kabul etmiyor fesat kraliçe, biz de gemilerimizi erzakla doldurup gönderelim gizlice demiş.
Dediği gibi de yapmış. Ben diyeyim üç siz deyin otuz üç gemi ağzına kadar yiyecekle doldurulup yelken açmışlar o soğuk kalpli kraliçenin soğuk denizlerine doğru.
İçi yiyecek dolu gemiler az gitmişler uz gitmişler, sakin denizleri aşıp kara bulutlarla kaplı denizlere ulaşmışlar. Fakat, Şişman Kraliçe gemilerin adanın en büyük limanına demirlemesine izin vermemiş.
Padişahın akıllı denizcileri de görevlerini yapamadan geri dönmeyi içlerine sindirememişler. Yayından çıkmış iyilik okunu kim durdurabilir?
Düşünmüşler, taşınmışlar gemilerdeki erzakı adanın öbür ucundaki bir limana gizlice boşaltmaya karar vermişler. Karar verdikleri gibi de yapmışlar.
Şişman Kraliçe ağır uykusunda horul horul uyurken, dolambaçlı rotalar izleyip o uzak limana varmışlar.
Açlıktan kırılan halk onları sevinçle karşılamış. Günlerdir boğazlarından bir lokma geçmeyen yoksul ve hasta insanlar bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Açlıktan ağlayamaz hale gelen kızıl saçlı, yeşil gözlü bebeklerin ne yapacağını bilmez durumdaki anneleri göz yaşları içinde genç padişaha dualar etmişler.

Şehrin yöneticileri toplanmışlar. Yapılan bu iyiliğe nasıl teşekkür edebileceklerini konuşmuşlar kendi aralarında. Sonunda demişler ki şehrimizin armasında bulunan Şişman Kraliçenin işaretini kaldıralım, yerine genç padişahın işaretini koyalım.
Dedikleri gibi de yapmışlar. O gün bugündür şehirlerinin armasına genç padişahın ay-yıldızını taç etmişler. Genç padişahı ve onun halkını nesiller boyu unutmamışlar. Hatta denilir ki, Şişman Kraliçenin ordusuyla genç padişahın ordusu kaderin yönlendirmesiyle ortak bir düşmanlarına karşı birlikte savaşmak zorunda kaldıklarında, kraliçenin ordusunda padişah için canla başla çarpışanlar bu ada ülkesinin güçlü dişleriyle barut fişekliklerini parçalayıp tüfeklerini herkesten önce ateşe hazır hale getiren kıymet bilir insanları olmuştur.
Daha başka ne diyelim!
Masaldır bunun adı…
Söylemekle çıkar tadı…
Her kim ki dinlemezse,
Hakkından gelsin topal dadı…
One reply on “Bir Kocakarı Masalı”
Hocam gönlüne kalemine sağlık, bizi meraktan kurtarmak için bir de şerhini yazsan
iPhone’umdan gönderildi
BeğenLiked by 1 kişi