Bu yazı ilk kez 29 Temmuz 2013 tarihinde yayınlanmıştır.
“Bu şehirde sadece gençler mi yaşar?”
Eskişehir’in sıkışık bir şehir olması (hadi daha olumlu bir ifade tarzını yeğleyerek kompakt bir şehir olması diyelim) sözünü ettiğimiz gençlik etkisini daha belirgin kılmakta ve şehrin sosyal hayatında önplana çıkarmaktadır.
Üniversitelerin bulundukları şehre sağladıkları ilk dolaylı katkı, kendilerine çektikleri bu genç kitle dolayısıyla oluşan dinamik ortamdır. Özellikle lokanta, kafe, eğlence mekanı sahipleri, ev sahipleri öğrenci nüfusun tüketime dönük harcamalarından ilk elde fayda sağlayan kesimdir. Bu yönüyle üniversitenin şehre katkılarını Eskişehir’lilere anlatmaya gerek yoktur.
Ancak, katkının bu türü başka yollardan da sağlanabilir. Nitekim, son yıllarda şehre yönelen turistik ilginin giderek artması benzer bir canlılık yaratmaktadır. Kuşkusuz üniversitelerin şehre bu tür dolaylı katkıların ötesinde bir faydası olması gerekir.
Suya atılan bir taşın yarattığı dairesel dalgaları hepimiz biliriz. Merkezden dışa doğru yayıldıkça dalgaların etkisi zayıflar. Anadolu Üniversitesi de Eskişehir’in merkezine özenle yerleştirilmiş bir mücevher taşı gibidir; etkisini öncelikle ve yoğunlukla şehrimizde hissettirmelidir. Daha açık bir deyişle, Üniversite önce Eskişehir’e sonra dalga dalga bölgemize, ülkemize, komşularımıza ve tüm insanlığa fayda sağlamalıdır.
“Mum dibine ışık vermez” derler. Anadolu Üniversitesi bir mum değildir. Dileğimiz parıltısı uzaklardan görülebilen bir mücevher olmasıdır. Bu parıltı önce Eskişehirlilerin gözünü kamaştırmalıdır. Üniversite bütün kararlarını alırken ‘şehir merkezli’ düşünmelidir. Üniversitenin gelir kayıtlarında görülen ama maalesef Eskişehir’de verimlendirilemeyen kaynağın büyüklüğü karşısında şehre bir sorumluluğumuz olması gerekmez mi?
Anadolu Üniversitesi’nin global özelliklerinden ve Dünya çapındaki büyüklüğünden söz etmeyi seviyoruz. Herhalde, kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ülkesinin yükseköğretim sistemine bu büyüklükte finansman sağlayan başka bir üniversite yoktur şu global alemde. Dünya çapındaki bu özelliğimizle de gururlanmalı mıyız? İnsan bir duygu karmaşası yaşıyor bunları düşünürken.
Şehir bir başka yönüyle mimari bir tasarımdır. Şehrin mimari kalitesi sadece günlük hayatımızı değil, ruh dünyamızı da fazlasıyla etkilemektedir. Ne zaman “içimde sebebini anlayamadığım bir sıkıntı var” diyen biriyle karşılaşsam, bunun estetik değerini yitirmiş ya da geometrisi bozulmuş bir çevrede yaşamakla ilgisinin olabileceğini düşünürüm. Sürekli mimari çirkinliğe maruz kalmak ruhumuzun derinliklerinde biz farkında olmadan bir çirkinliğin birikmesine neden oluyor belki de.
Peki bunun üniversitelerle bir ilgisi var mı? Ben olduğunu düşünüyorum.Bir kere şehrin mimari ya da kentsel çirkinliklerinden dolayı o şehrin üniversitesinin manevi bir sorumluluğu olduğundan kuşku duymuyorum.
İkinci olarak, bizde üniversiteler genellikle kampüs üniversitesidir. Kampüsler de tıpkı şehirler gibi mimari bir tasarımdır. Güzel bir kampüs şehrin mimari kalitesine değer katar ve örnek olma işlevi görür. Bu değer katma işi kampüsün kapısının önünden başlar. Eğer kapınızın önü Alpu kavşağı gibiyse orda bir sorun var demektir. Kapının önünde başlayan sorumluluk kampüs içindeki binalarda devam eder. İster bir fakülte binası olsun, ister bir yüksekokul binası ya da idari bina olsun, üniversite mekanları öğrencide bir saygınlık ve hoşnutluk duygusu uyandırmalıdır. Zaten ilköğretim ve lise çağlarını estetikten yoksun birbirinden çirkin binalarda geçiren öğrencilerimizi üniversite çağında da aynı çirkinliklere maruz bırakmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum.
Şehir ve üniversite ilişkisi üzerine ne kadar konuşsak, ne kadar yazsak söz bitmez. İleride bu konuyu başka boyutlarıyla ele almaya devam edeceğiz.