Bu yazı ilk kez 02 Ağustos 2013 tarihinde yayınlanmıştır.
Yazının başlığı “yiğidi öldür, hakkını yeme” şeklinde de olabilirdi. Başlığa bakıp ta kişilerden söz etmemizi bekleyen okurlar hemen “sınıftan” çıkabilirler.
Sanırım Nisan sonlarıydı. Başka bir fakülteden öğretim üyesi bir arkadaşımla ofisimde oturmuş sohbet ediyorduk. Bu hocamız bir ara, yerel medyanın Anadolu Üniversitesi söz konusu olduğunda eleştiri yapayım derken nasıl insaf ölçüsünü aştığından şikayet etti. O’na göre sadece yerel medya değil şehrimizin kalburüstü meclislerinde de Anadolu Üniversitesi dedikodu malzemesi olarak kolaylıkla ve büyük bir zevkle harcanabiliyordu. Şehirde eleştiri konusu olabilecek, faaliyetleri ve performansları sorgulanabilecek pek çok başka kurum olduğu halde onlara gösterilen (ilgisizlikten kaynaklanan) anlayış nedense Anadolu Üniversitesi’ne gösterilmiyordu. Üniversiteye haksız yere fazla yükleniliyor demek istiyordu arkadaş.
Üniversitenin bu dedikoduların üremesinde kusurları olabileceğini kabul etmekle birlikte, bu yazıda çuvaldızı kendimize batırmaya niyetim yok!
Arkadaş bir noktada haklı: Şehir içindeki kurumlara baktığımızda, sanayisinden ticaretine, basınından televizyonuna, kamusundan özeline, politika çevresinden sanat çevresine, üzerine düşen görevi her şeye rağmen en iyi yerine getiren kurumun Anadolu Üniversitesi olduğunu söylemek hakkı teslim etmenin bir gereğidir.
Eskişehir, tabii ki üniversite bugünkü düzeyine gelmeden önce de canlı bir şehirdi. Kendine göre hiç de fena olmayan bir hayatı o zamanlar da vardı. Hatta bize ilkokuldayken ülkenin altıncı ili olduğumuz öğretilirdi. Ve biz de bununla böbürlenirdik. Örneğin, Bursa ile Eskişehir arasında nüfus ya da iktisadi gelişmişlik açısından fazla bir fark yoktu. Bursa ile rekabet edebilen bir şehirdi Eskişehir.
Peki, sonra ne oldu?
Hepimiz ne olduğunu biliyoruz. Eskişehir’in, sanayi, ticaret ve diğer sosyo-ekonomik göstergeler anlamında nispeten iyi durumdaki konumu gerilere düştü. Başka iller Eskişehir’in önüne geçti.
Şehirdeki diğer kurumlarla kıyaslandığında Anadolu Üniversitesi’nin farklılığı işte bu noktada ortaya çıkmakta. Anadolu Üniversitesi, şehirdeki olumsuz diyebileceğimiz genel gidişatın dışında kalmayı başarabildi. İstikrarlı bir şekilde kendini yenileyen, belli bir gelişme çizgisini sürdürebilen ve şehre en fazla maddi ve sosyal katkı yapan bir kurum oldu Anadolu Üniversitesi.
Anadolu Üniversitesinin yaptığı işin sadece şehir bakımından değil ülkemiz bakımından da ne denli önemli ve başarılı olduğunu hep söylüyoruz. Ama her başarı hikayesinde olduğu gibi burada da dikkatlerden kaçan ve hakkı pek teslim edilmeyen fedakar bir kesim var. Ben her başarının ardında bir fedakarlık, bir adanmışlık olduğuna inanırım. Anadolu Üniversitesinde de bu başarının ardındaki en önemli faktör öğretim elemanlarıdır. Sesini bir şekilde yükseltmeyi beceren bir kaç istisnayı göz ardı edersek bu fedakar kesimin aslında çok fazla sesi çıkmaz. Çünkü, içlerinden biri olmaktan onur duyduğum bu erdemli insanlar sorumluluk duygusu yüksek, vakur, iyi niteliklere sahip görev insanlarıdırlar. Bütün kaygıları kendilerine verilen görevleri zamanında yetiştirmektir. Öyle dışarıda dedikodusu yapıldığı gibi bu işleri döner beklentisiyle de yapmazlar. Hatta pek çoğu en doğal, en temel hakları olan özlük haklarına kavuşmak için bile birilerinin keyfini beklemek zorunda kalırlar sessizce.
Akademik kariyer en çileli işlerdendir. “Dışı seni, içi beni yakar” sözü sanki bu meslek için söylenmiştir. Pek çok sınavdan geçerek edindiğiniz unvanların maddi karşılığı son derece mütevazidir. Bütün arzunuz zaten hakkettiğiniz kadronun size bir lütufmuş gibi değil de normal bir şekilde verilmesinden ibarettir.
Peki, böylesine önemli işleri başaran bu insanların sayısı çok mu fazladır? Türkiye’de yükseköğretimin toplam yükünün yarısını omuzlayan insanlardan söz ediyoruz. Kaç kişi bunlar? Sadece 2000 kişi! Evet, asistanından profesörüne hepsi 2000 kişi. Anadolu Üniversitesinin öğretim elemanları oransal olarak ülkemizdeki bütün öğretim elemanlarının % 2’sini (yazıyla yüzde iki) oluşturuyor.
Manzarayı şöyle de ifade edebiliriz. Anadolu Üniversitesinin %2 oranındaki öğretim elemanları ülkemizde yükseköğretim alan öğrencilerin yüzde ellisine hizmet ederken ve diğer üniversiteler gibi –açıkçasıçoğundan daha iyi- örgün eğitim yaparken, geriye kalan %98, sadece örgün eğitimle sınırlı kalarak diğer yüz elliye hizmet vermekte!
Durumun daha iyi anlaşılabilmesi için İngilizlerin meşhur Açık Üniversitesine (Open University) bakalım. İngilizlerin açık öğretimdeki öğrenci sayısı 250 000 civarında. Öğretim elemanlarının sayısı ise 10 000’in üzerinde! Aradaki muazzam farkı görüyorsunuz.
Açık öğretimin hocalara getirdiği yük ile örgün eğitimin yükü arasında bir fark var tabii. Açık öğretimin yükü/stresi, zaman baskısı da işin içine girince kat kat fazla oluyor. Anadolu Üniversitesinde öğretim elemanlarının yarısından fazlası kadındır. Bütün bu zorlu işler büyük ölçüde kadınlar tarafından kotarılır. Türkiye’nin sosyolojik bir gerçekliği olarak aile sorumluluklarının da büyük ölçüde hanımlar üzerinde olduğunu anımsadığımızda, Anadolu Üniversitesi öğretim elemanlarının çabasının ne denli takdire değer olduğu açıkça anlaşılır.
“Döner” mi dediniz? Bazen saygısızca telaffuz edilen bu döner meselesi, Anadolu Üniversitesi mevduatlarının yıllık faizi kadardır. Hepsi bu.
Benden uyarması, bugünlerde Anadolu Üniversitesinden bir tanıdığınıza sakın ola “açık öğretim de neymiş” gibi küçümseyici ifadeler kullanmayın. Hele hele, siz de iyi döner alıyormuşsunuz falan demeyin. Beklemediğiniz bir tepkiyle karşılaşabilirsiniz.