Sicilya’ya Budapeşte üzerinden gittik. Catania Havaalanına indiğimizde neredeyse gece yarısı olmuştu. Kiraladığımız bir araçla, adada kaldığımız süre boyunca bize ev sahipliği yapacak olan San Piero kentine doğru yola çıktık. Önümüzde iki seçenek vardı: Ya Sicilya kıyılarını çepeçevre dolanan otoyolu tercih edecektik ya da daha kestirme gibi görünen ama Mustafa’nın önceki deneyimleri dolayısıyla zorlu bir yol olduğunu bildiği dağ yolunu seçecektik. İki yaşını daha yeni doldurmuş Leyla’yı da düşünerek otoyoldan gitmeye karar verdik. Bunun ne kadar isabetli bir tercih olduğunu gündüz gözüyle Sicilya’yı gördüğümüzde anladık.
Çok az bir düzlük alan dışında adanın neredeyse tamamı yüksek dağlarla ve ormanlarla kaplı. Üçgen şeklindeki adayı kıyı boyunca dolanan otoyol, adadaki ulaşım şebekesinin ana damarını oluşturuyor. İç taraflara bağlantılar hayli dar ve dolambaçlı karayollarıyla sağlanıyor. Bunun iyi tarafı adanın güzel doğasına mümkün olduğunca az zarar verilmesi. Ulaşım belki biraz çileli oluyor, ama yol boyunca muhteşem görüntülerin tadını çıkarabiliyorsunuz. Tabii, sürücü koltuğunda oturan siz değilseniz!
Gece yolculuğumuz üç saate yakın sürdü. Otoyoldan çıktıktan sonra kısa bir sürede San Piero’ya ulaştık. Neredeyse sabah olmak üzereydi.
San Piero, Patti

San Piero, 11. yüzyıla kadar bir arap kentiymiş. Evini bize tahsis eden Giuseppe Macula da izleri günümüze kadar ulaşmış Arap Mahallesinde (Quartiere Arabo), bir taş evde doğmuş.
Şehirde daha doğrusu kasabada topu topu 3000 civarında insan yaşamasına rağmen, bizim gözümüze hayli büyük bir yer gibi göründü. Bunun sebebini daha sonra anlayacaktık. Bölgenin sarp yapısı ve genişlemeye uygun arsalar olmaması nedeniyle binalar üçer-dörder katlı. Ancak, belli bir karakteri olan yapılar. Bir apartmanın kemerli giriş kapısı üzerindeki süslü kilit taşında 1874 tarihini gördüm. Bir zamanlar canlı bir şehir olduğunu hissettiren San Piero’da binaların büyük bir kısmı boştu. Nüfusun çoğunluğunu da yaşlı insanlar oluşturuyormuş.
Labirentleri andıran ıssız sokaklarda dolaşırken, tadı damağımda kalan İtalyan filmlerini anımsadım. Kasaba hayatını anlatan filmlerdi bunlar: Federico Fellini’nin defalarca seyrettiğim Amarcord‘u, Monica Belluci’nin (yönetmeni aklımda kalmamış 😀) baş rolünde oynadığı Malena‘sı ve daha yakınlarda seyrettiğim ünlü şair Pablo Neruda’nın küçük bir Sicilya kasabasındaki sürgün yıllarını anlatan İl Postino (Postacı) filmi. Cinema Paradiso‘yu da anımsamadan geçmeyelim bu arada. Amarcord hariç sözünü ettiğim diğer filmlerin hepsi Sicilya’da çekilmiş.
San Piero’nun nüfusunun neredeyse yarı yarıya azalmasının en önemli nedeni göç veren bir yer olması. Evinde kaldığımız Giuseppe Macula da Avustralya’ya göç eden bir ailenin artık hayli yaşlanmış bir reisi. Onun hikayesinden biraz söz etmek istiyorum.
İkinci Dünya Savaşı Sicilya için de bir felâketti kuşkusuz. Yoksulluk ve baskı yıllarının ardından Sicilyalılar müttefik kuvvetlerini 1943 yılında bir kurtarıcı gibi karşılamışlar. İlginçtir, İtalya’da son bir kaç jenerasyon Faşizm ve İkinci Dünya Savaşı yılları konusunda hayli bilgisiz yetişmiş. Çünkü İtalyan okullarında bu nahoş konular hakkında çok az şey öğretiliyormuş. Ama bundan şikayetçi değiller, aksine memnunlar. Böylece ev içinde, Mussolini’yi desteklemiş olma ihtimali bulunan 90’lık dede ve ninelerle gereksiz bir çatışma çıkmasını önlediklerini düşünüyorlar. Diyorlar ki; nonno (dede) ya da nonna’nın (nine) öğretmenle çelişkiye düşmesi tatsız olurdu! Oğuz Atay’ın kulakları çınlasın!
Neyse, biz Giuseppe’nin hikayesine dönelim.
Savaşın ardından adada büyük bir kıtlık yaşanmış. Öyle ki, karınlarını doyurabilmek için ellerindeki tüfeklerle kuş avlamak zorunda kalmışlar. Bir an gelmiş avlayacak kuş bulamamışlar. O arada Avustralya göçmen alımına başlamış. Pek çok Sicilyalı gibi Giuseppe de cebindeki son parasıyla Avustralya’ya tek yönlü tek kişilik bir gemi bileti alabilmiş. Gencecik karısını ardında bırakarak uzun bir yolculuğa çıkmış.
Bilet parasını kendi cebinden ödemek Giuseppe için bir şans olmuş. Bilet parası göçmen ofisince karşılananlara Avustralya’da yerleşecekleri yeri ve çalışacakları işi seçme hakkı verilmiyormuş çünkü. Köleler gibi nereye gönderilirlerse orada yaşamak, hangi iş verilirse o işi yapmak zorundaymışlar.
Giuseppe, Melbourne yakınlarında bir yere yerleşmiş. Bir Alman müteahhidin yanında iş bularak memleketindeki mesleği olan marangozlukla geçimini sağlamaya başlamış. Gel zaman git zaman çalışkanlığı ve dürüstlüğü sayesinde yanında çalıştığı Almanın ortağı olmuş. Shell benzin istasyonlarının inşaat işlerini yapmışlar. İşler yolunda gitmiş, oğullarını ve damatlarını da yanına alarak bir aile şirketine dönüşmüşler. Ama Giuseppe memleketiyle olan bağlarını hiç koparmamış. Yaşlılık ve hastalıkların zorlamasına rağmen her fırsatta senenin bir bölümünü köyünde geçirmeyi alışkanlık haline getirmiş. Elinden geldiğince hemşehrilerine yardım etmiş. Babadan kalma evini kendi haline bırakmadığı gibi San Piero’nun ana caddesi üzerindeki eski bir apartmanı renove ettirerek köyüne şık bir yapı kazandırmış. Ayrıca, tarihi meydandaki 16. yüzyıldan kalma anıtsal mermer çeşmeyi tamir ettirmiş. Bütün bunlar Giuseppe’yi San Piero’nun saygın kişileri arasına sokmuş.
Giuseppe ile benim tanışmam Daniela ile Mustafa’nın evlilikleri dolayısıyla oldu. İlk karşılaştığımızda hayli tedirgindi. Çocuklar yaşlı adamın bu evlilik işinden kaygı duyduğunu söylemişlerdi. İki uzak ülkeden gencin giriştikleri bir macera, gel-geç bir heves gibi görüyormuş evliliklerini. Muhtemelen bu çekincelerin etkisiyle bana ve eşime ilk sorusu kaç yıllık evli olduğumuz oldu. Ben şakayla karışık “Hatırlamıyorum!” dedim. “Doğuştan evli gibi hissediyorum kendimi. Bekârlık dönemime ilişkin anılarım sisler içinde sanki. O kadar az şey var ki o dönemden aklımda kalan”. Bu sözlerim onu güldürdü ve sanırım istikrarlı bir aile babası olduğumu düşündürerek endişelerinin bir parça hafiflemesine neden oldu.
Gezi yazılarında değinmeden geçilmeyen konulardan biri de yeme-içme işleridir. Her ne kadar Türkçemizde “yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat” diye bir söz olsa da, günümüzde yeme-içmeden bahsedilmeyen bir gezi yazısı okumak neredeyse imkansız. Tam tersine yeme-içme odaklı turlar, televizyon programları ve gezi yazıları almış başını gidiyor. Biz de zamanın bu eğiliminin (trendin) dışında kalmayalım, bir kaç sözle mevzuya girelim.
Önce bir tespit: İtalya’da kuzeye gidildikçe zenginlik ve refah, güneye inildikçe lezzet artıyor. Yani, öyle diyorlar! Bu durumda lezzetin doruğa çıktığı yerin, ülkenin en güney ucu olması dolayısıyla Sicilya olduğunu söyleyebiliriz. Mümkündür. Ben bu konuda bir hüküm verecek durumda değilim. Bir kere yurt dışında her şeyi yiyemem; tahmin edebileceğiniz kısıtlarım var. Yurt dışına çıktığım andan itibaren fundamentalist bir veganım. Memnuniyetle müşahede ettim ki (!), Avrupa’da vejetaryenizm bağlamında her türlü aşırı akım büyük bir hızla gelişiyor. Veganlara özel restoranların sayısı arttığı gibi, normal restoranların menülerinde vejetaryenlere yönelik yemekler özel işaretlerle gösteriliyor.
Sicilya’nın fındık, fıstığı meşhur! Daha doğrusu, Avrupa’da pek yaygın olmayan kuruyemişlerden Sicilya’da fazlasıyla var. Sicilya gerçekten Avrupa’ya dahil mi? Ciddi şüpheler oluşmaya başladı bende! Allahtan çekirdek çitlediklerine tanık olmadım. Yoksa kafam iyice karışacaktı!
“Pistachio” dedikleri antep fıstığı (doğrusu şam fıstığı) özel bir şöhret kazanmış. Antep fıstığıyla adayı araplar tanıştırmış. Bunları kurabiye benzeri ürünlerde başarılı bir şekilde kullanıyorlar. Kaldığımız apartmanın girişinde pastane benzeri küçük bir dükkan vardı. Her sabah taptaze çıkarttığı bademli kurabiyelerine doyamadık. Ayrıca, pastaları, kekleri ve de çeşit çeşit dondurması nefisti. Dondurma Türkiye’de de iyi yapılıyor ama Sicilya’nın bu konuda daha ilerde olduğunu kabul etmek gerekiyor. Daniela işin sırrının malzemede olduğunu düşünüyor. Gerçekten endüstrinin fazla giremediği adada tarımsal ürünlerin kalitesi çok yüksek. Tahılların yanı sıra sebze ve meyvalar çok lezzetli. Daniela, Sicilya lezzetinin ardındaki ikinci unsurun basitlik olduğunu söylüyor. Yani, kaliteli malzeme ve basit, yalın, karmaşıklıktan uzak bir teknik bir araya gelince damaklar çatlıyor. İtalya’nın kuzeyine gidildikçe fransız etkisiyle falan işin içine kremalar, soslar vs. giriyormuş.
Yemek konusunda söyleyebileceklerim bundan ibaret. Özetlersek: Fındık, fıstık, dondurma. Ha bir de makarna! Biliyor musunuz Sicilyalılar çok iyi makarna yapıyorlar.😂
/p>