Cefalu, büyük bir kaya blokunun dibine kurulmuş çok eski, romantik bir sahil kasabası. Oraya vardığımızda hafiften, ince, insanı rahatsız etmeyen bir yağmur yağıyordu. Deniz ve gökyüzü gri bir renge bürünmüştü. Geniş ve güzel plajında çok az insan vardı. Belki bu yüzden şehrin bende uyandırdığı duygu romantizmden ziyade hüzün oldu. Taormina’da iliklerimize kadar hissettiğimiz Akdeniz atmosferi burada yoktu.
Cefalu’nun kıyıya iyice sokulmuş yapılarında bir yıpranmışlık göze çarpıyordu. Eski, yıpranmış ancak sağlam yapılar. Üzerlerinde restorasyon süsleri ve boyalarının olmaması mistik bir hava veriyordu bin yılı aşkın bir geçmişe sahip bu kadim denizci kasabasına.
Cefalu’da özellikle iki yapı beni etkiledi. İlki, bir kaleyi andıran Cefalu Katedrali.
12. yüzyılın başlarında Norman istilası döneminde, fakat arap mimarlar ve ustalar tarafından inşa edilmiş bu güzel yapı. Büyük bir kaya parçasından ibaret gibi görünen dağın hemen önüne konduruluvermiş. Uzaktan bakıldığında maddi ve manevi ağırlığıyla mütevazi şehre nasıl da baskın çıktığını görebiliyorsunuz bu kale-mabedin. Eskilerin “kunt” dedikleri sağlam ve dayanıklı yapı, sessiz bir gururla ve bir hâkim edasıyla şehri yukardan süzüyor gibiydi.
Katolik kiliselerinin içi biraz tiyatro dekorlarını, çoğunlukla da şatafatlı sarayların salonlarını andırır. İçeriye adım attığınızda heykeller, büyük avizeler, şamdanlar, azizler için teatral bir yaklaşımla düzenlenmiş çeşit çeşit köşeler, ağır mobilyalar, günah çıkarma hücreleri, yaldızlı tasvirler ve daha pek çok dekorasyon unsurundan oluşan bir nesne kalabalığı sizi karşılar. Bunlara bir de kafataslarını, iskeletleri, kemik parçalarını, (+18) kategorisine sokulabilecek şiddet içerikli görselleri eklediğinizde ruhunuzu baskı altında hisseder ve bir kafa karışıklığı yaşarsınız.
Cefalu Katedrali böyle değildi. Dış görünüşüyle oluşturduğu etki içeride de devam ediyordu.
Yapının içinde bir sadelik hakimdi. Taş duvarlar sıvasızdı. Kubbe yerine ahşaptan yapılmış yüksek çatı yalınlığı pekiştiriyor ve ortama doğallık katıyordu. Sicilya’da içi ve dışı sade bir güzelliğe sahip bu tarz kiliselerle başka yerlerde de karşılaştık. Bunlar İslam ve Bizans uygarlıklarının etkisinin sürdüğü bir dönemde yapılmıştı muhtemelen.
Üç kemerli bir revaktan geçerek kiliseye girdiğimizde bir sürprizle karşılaştık. Bir an için kendimizi İstanbul’da, Ayasofya’da zannettik. Tam karşımızda en üstte Hz. İsa’nın, onun altında Hz. Meryem’in, meleklerin ve azizlerin tasvir edildiği altın yaldızlı mozaikler ışıldıyordu. İstanbul’dan aşina olduğumuz Bizans üslubundaki bu mozaiklere “Christ Pantocrator” deniliyormuş. Bir süre kilisenin loş ışığı altında bu mozaikleri seyrettik. Sonra ikinci sürpriz geldi! Mozaikler birden aydınlandı. Güçlü spotların ışığında bütün ayrıntılar ortaya çıktı. Tekrar fotoğraf çekmek için telefonlarımıza sarıldık. Bize sürpriz gibi gelen aydınlatmanın sebebini öğrenince buruk bir gülümseme yayıldı yüzlerimize. Meğer bir köşede küçük bir kutu üzerine bir düzenek yerleştirilmiş. Buraya 3 Euro attığınızda mozaikleri aydınlatan spotlar belli bir süre yanıyormuş! Biz de kutuya para atan cömert bir ziyaretçi sayesinde altın yaldızlı bu mozaikleri seyretme şansını yakalamışız! Doğrusu ticaretin böylesini bulunduğumuz ortama yakıştıramadık. Mabedin ağırbaşlılığına ve ciddiyetine yapılmış bir haksızlık, bir hafiflik gibi geldi bu durum bize.
Cefalu’da var mıydı hatırlamıyorum ama bana garip gelen kilise uygulamalarından bir diğeri de elektrikli mumlardı. Kilisede mum yakmak yaygın bir adettir bilirsiniz. İşte bu mumların elektrikli olanlarını gördük pek çok kilisede. Bunlar da para ile çalışıyordu. Bir kutuya yeterince para atan hıristiyanlar istedikleri mumun düğmesine basarak onu yakabiliyorlardı. Bu uygulamanın en azından yangın tehlikesini azaltmak gibi bir faydası olduğu söylenebilir!

Cefalu’da beni etkileyen ikinci yapı İslam döneminde yapılmış çamaşırhaneydi. İslam uygarlığından kalan eserlere elbette ayrı bir sevgi ve sempatiyle bakıyoruz. Ancak, tek nedenin bu olduğunu söyleyemem. Burasının herkesi etkileyen, ifade edilmesi hayli zor değişik bir atmosferi var. Cefalu’nun merkezindeki bu ilginç yere dar bir sokaktan merdivenlerle iniliyor. Dikkat etmezseniz önünden geçip gitmeniz, yani bu güzel köşeyi atlamanız mümkün. Biz de böyle bir yerin varlığından haberdar değildik. İnsanların aşağıya merdivenlere yöneldiğini görünce “bir bakalım” dedik.
Dökme demirden yapılmış bir hayvan başına benzeyen kurnalardan akan su, küçük mermer havuzlarda toplandıktan sonra bir kanal aracılığıyla denize ulaştırılıyor. Suyun kaynağı muhtemelen bir nehir ya da dere. Onuncu ya da onbirinci yüzyıldan kalma bir yapı bu. Hidrolik mühendisliğinin en eski örneklerinden. Yüzlerce yıl boyunca Cefalu’nun kadınları burada çamaşırlarını yıkamışlar. İslam dönemi sona erdikten sonra da burası kulllanılmaya devam etmiş. 30-40 yıl öncesine kadar Cefalu kadınları burada çamaşırlarını yıkayıp duruluyorlarmış.
Son derece pitoresk bir görüntüye sahip bir yer burası. Biz gittiğimizde hafif bir yağmur yağıyordu. Küçük havuzlardan birinin kenarına ilişmiş sokak çalgıcısının akordiyonundan yükselen müzik, su şırıltılarına karışıyordu. Suyun serinliğini hissedebiliyorduk. “Bir tatlı huzur almaya gelmişiz” meğer tâ Cefalu’ya! Yanlış söyledim. Tatlı değil hüzünlü bir huzur hakimdi ortama. İnsanlar bozuk paralarını yoksul müzisyene vermek yerine, havuzlara atmayı tercih ediyorlardı. Müzisyenin para kutusu nerdeyse boştu. Paralar havuzun dibinde parıldıyordu!
3 replies on “Cefalu”
Sayın hocam,
Gözlemlerinizi, gözlemlerinizi yazarken kullandığınız dili ve fotoğraflarla somutlaştırmanızı izlemekten çok hoşnudum. Sizin bunca emeğinize karşılık bu kadar geç dönüt verdiğim için de biraz mahcubum. Yüreğinize, ellerinize sağlık. Esenlikler dilerim.
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkür ederiz hocam.
BeğenLiked by 1 kişi
Değerli hocam,
Her zamanki gibi keyifli bir yazı daha.. Elinize sağlık.
Dilerim ilerde seyahatnameye dönüşür, basılır ve bizler de keyifle okuruz.
BeğenLiked by 1 kişi