İyisin iyisin, her şeye rağmen iyisin.
Sırtların biraz ağrıyor, biliyorum. Boğazında yanma var.
Beni sorarsan, sana “bir tepeden bakmaya” korkardım aziz İstanbul.
“Gönül tahtıma” kurulu olsan da.
Gözlerim kapalı dinlemek istemezdim. Kuşlar geçse de halâ yükseklerden, duyduğum kanat şakırtıları değil, yalnızca çığlık çığlığa martılardı. Bir meydan uğultusu…. barbar bir inşaat sesi
Sana iğneli, kinayeli sözler söylemek geçerdi aklımdan. Lâf sokmadan duramazdım.
Bugün ise bende bir hal var.
Aralık ayının sonunda, yeni yılın başlangıcında adeta bir bahar havasıyla karşıladın ya beni.
Pırıl pırıl, nefes kesiciydin ya!
Uzun bir kış uykusundan uyandım sanki. Öylesine güzel, öylesine huzur vericiydin.
Bu yüzden olmalı bendeki şu haller!
Kabanım hastalanmıştı! Gülme lütfen. Onu Fermuar Hastanesine getirmiştim. Başka nereye götürebilirdim ki! Yatar diye düşünüyordum. Beş dakikada ayakta tedavi ediverdi doktor, pardon on yedinci asırdan kalmış bir esnaf amca. Borcum nedir sorusuna “beş lira” yanıtını alınca …. uzun uzun yüzüne baka kalmışım, asırlar ötesine dalmışım.
İstanbul’a okumak için değil, sırf senin için gelmiştik. Mâmâfih validemize öyle söylememiştik!
Tabii ‘değişenin’ çok! Sana gelmek ile senden ayrılmak konusunda muhayyeriz görünüşte.
Büyükler, bir semtine uzun süre gitmesek özlerdik demişler. Her semtin ayrı bir şehirmiş. Şimdi de öylesin ama farklılık havanda, suyunda, mimari örgünde değil tabii ki. Sultanbeyli başka, Bağcılar başka, Beylikdüzü bambaşka. Farklılık sosyolojide kuşkusuz.
Olsun!
Sonuçta senin için en güzel şiirleri yazmış sevgilini aldın tam orta yerinde bağrına bastın, kucakladın. O şiirler ki insanlar onu naat sandılar. Ancak peygambere yazılabilir böylesi dediler.
Güzellerde vefa aranmazmış! Kim demiş…. Sen hem güzeller güzelisin, hem de vefalısın.
Şöyle de söylenir, sen bilirsin:
“Dünyadan hiç kimse ummasın vefa”.
Eyvallah!
Ama sen, canım İstanbul, yalnızca bu dünyaya ait değilsin ki.
İki yakan bir araya gelmez sanıyordum. Gelmiş işte! Dahası kardeşim Hüseyin gelmiş. Şiirler gönderen Elif Ceren’in babası Hüseyin. “iyi günler ilerde anneanne” diyen Hüseyin.
Beyazıt Meydanı hiç bu kadar güzel görünmemişti gözüme, diğer kardeşim Mahmut’la karlı bir gece yarısı Lâleli’deki öğrenci evimizden çıkıp dolaştığımızdan beri. Sessizliği kendine özgü bir sükûnete dönüştüren o karlı geceden beri.
Kardeşim Mahmut şimdi Torosların karlı yamaçlarında bir sonsuzluk uykusunda.
Küllük Kıraathanesinin hayaleti bile meydandaydı. Oturup bir çay içebilirdiniz. Biraz dikkatlice bakarsanız uzaklardaki Marmara’yı dahi görebilirdiniz.
O güzelim meydanında bir de ne gördüm biliyor musun?
Kıvırcık saçları omuzlarına uzanmış beş-altı yaşlarında bir arap kızı. Kuşları uçuruyordu sağa sola koşuşarak. Anneciği ve babacığı, ellerinde fotoğraf makinesi yakalamaya çalışıyorlardı bu mutluluk anını.
Ve cadde boyunca yürümek. Uzun uzun yürüyebilmek! Hiçbir ayrıntıyı atlamadan sokaklarında yürümek. Bunun mümkün olabileceğine de pek ihtimal vermezdik gençliğimizde. O da olmuş. Bir de caddende sağlı sollu, haldır huldur işleyen o koca tren, daha doğrusu insan katarı olmasa!
Bahtsız vezirin Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın medresesi halâ yerli yerinde duruyor. Bunda şaşılacak bir şey yok.
Seninle eski zaman fotoğrafçısı önünde, eski zaman insanları gibi poz vererek çektirdiğimiz resmin negatifinin, fon perdesinin asılı olduğu köşedeki asırlık taşlara işlediğini, siyah-beyaz-gri tonlarla halâ ışıdığını söylesem….
Biraz ileride, bir başka köşede II. Mahmut’un türbesi de duruyor haliyle. Zamanında birbirlerinin boğazına sarılmış devlet adamları, bürokratlar, aydınlar, gazeteciler şimdi derin bir sükût içinde koyun koyuna sessizce yatışıyorlar.
Hareketlerime dikkat ederek girdiğim bahçede protokole dahil bütün zevat-ı mukaddese, sağlı sollu dizilmişlerdi ölüler evinin eşiğinde.
Gerçi, Ziya Gökalp’in mezar taşını okuyamadım ama cehaletimi padişah torunlarının kitabelerini okuyarak telafi ettim bir bakıma.
Tam karşıda, Piyer Loti Kahvesinde, kalabalık içinde yirmili yaşlarımdaki hayalimi gördüm.
Üzerimde süt ve kahve kokusu sinmiş yeni örülmüş bir süveter, emanet bir süveter; hemen oracıkta giyilmiş. Zihnimde idare hukuku hocasının yankısı tümüyle kaybolmamış sesi: Şart-işlem teorisi, iptal kararlarının geçmişe etkisi, zamanaşımı meselesi. Karşımda bir eski zaman perisi!
Az ilerisi sentetik kaftanlarla resim çektiren kuzeyli turist kadınlar sahnesi.
Bir mağazanın merdivenlerine manken edasıyla dizilmişler. Sevgililerinin, kocalarının hayranlık ve hayret dolu bakışlarından memnun, gülümsemekteler.
Ah, İstanbul! O kadınlar bir de gerçek kaftanlara bürünseler, eminim hemen oracıkta can verirlerdi o zavallı erkekler!
Ve nihayet Ayasofya!
Açıldın mı gerçekten?
Göğsüne bir karabasan gibi çökmüş Bizans’ın hayaleti kalktı mı üzerinden?
Öyleyse, neden halâ bana açılamıyorsun?
Neden bir şey saklıyor gibisin benden?
Neden emniyetsiz ve huzursuz nazarlarla süzüyorsun kardeşin Sultan Ahmet’i?
Ah, Güzel İstanbul!
Seni seviyoruz ama yine de terk ediyoruz.
Sonra bir ömrü sana kavuşmak umuduyla geçiriyoruz.
Biz sana lâyık olamadık.
Yine de sen bizi bekle İstanbul!
4 replies on “Canım İstanbul! Nasılsın, İyi misin?”
Kalemine gönlüne sağlık Hocam
iPhone’umdan gönderildi
BeğenLiked by 1 kişi
SA Recai,
Aynı hislerle okudum yazını, kalemine sağlık.
BeğenLiked by 1 kişi
Selamlar tüm aileye.
BeğenBeğen
Yazının birçok yerinde aklıma İstanbul aşkıyla yanıp tutuşan Yahya Kemal, hikayemsi şiileriyle ve yine İstanbul aşkıyla gönüllerimzde taht kuran Sait Faik ve bilinç akışı tekniğini başarıyla kullanan Oğuz Atay geldi. Şüphesiz edebiyat aşkına sahip bir dekana sahip bir fakültenin öğrenisi olmak gurur verici.
BeğenLiked by 1 kişi