
Doğu Ekspresiyle yolculuk ediyordum diye, anlatmaya başladı Kornel Esti, memlekete doğru… Cayır cayır bir yaz günüydü.
Oturduğum birinci mevki, perdeleri çekilmiş kompartımanda benim dışında üç bayan yolculuk ediyordu: üç Türk kadın, üç modern, herşeyiyle Türk kadın, çarşaf ve önyargı olmaksızın: büyükanne, anne ve onbeş yaşlarında “Küçük” diye çağırdıkları bir kız.
Uzun süre hayran hayran izledim bu hoş aileyi. Büyükanne, anne ve kız; Alplerde kış, yaz ve baharın birlikteliği gibi yan yana ve iç içeydi.
Seksen yaşlarında zayıf, yaşlı kadın, boynunda kocaman kara incilerle ve siyah bir giysi içinde, koltukta uyuyordu. Uykusunda Türkçe konuştu. Elini; morumsu damarların kabarttığı elini, bazen örtmek için sinirlice yüzüne götürüyordu, çünkü o yaşamının büyük bir kısmında çarşaf giymişti ve uykusunda bile yüzünün uygunsuzca çıplak olduğunu duyumsar olmalıydı.
Anne ondan daha moderndi. İlerlemişliğini gösteriyor gibiydi sanki. Belki de bir zamanlar kapkara olan saçlarını şimdi sarıya boyatmıştı. İçtendi. Sigaraları birbiri ardına yakıyordu. İçeriye giren kondüktörle demokratça el sıkıştı. Paul Valery’nin en yeni kitabını okuyordu ayrıca.
Küçük ise ballı, gülbeyazı bir pastaya benziyordu. Pembe bir elbise vardı üzerinde ve yüzü süt köpüğü kadar beyazdı. Onun saçı da sarıya boyanmıştı. Her bakımdan annesinin öğrencisi olduğu görülüyordu. Türk oluşundan sakınır bir hali vardı sanki. Bunu sadece trende giydiği kırmızı deri pabucu ele veriyordu ve yanında getirdiği sayısız gül demeti, şafaktan bu yana kompartımanı sanki bir bahçedeymiş gibi kokuya boğan almı al, kıpkırmızı İstanbul gülleri, sonra altına bir Türk halısı serdiği ve uyanmasın diye şefkatle koruduğu mavi gözlü sağır Ankara kedisi.
Aklıma Muhammed geldi; onların bir keresinde kaftanı üzerine serilip yatan kedisini uyandırmamak için kaftanın eteğini kesen merhametli, iyilik canlısı peygamberleri.
Viyana’ya gidiyorlardı, oradan Berlin’e, oradan Paris’e, oradan Londra’ya, hayranlık uyandırırcasına kültürlüydüler. Kız, B ve C vitaminlerinden, annesi Jung ve Adler’den, psikoanalizin yeni, çığır açan okulundan söz ediyordu.
Her türlü dili eksiksizce biliyorlardı. Fransızcayla başladılar, en temiz yazın dilinden girip ‘argo’ya geçtiler; hemen sonra Almancayı karıştırdılar (Berlin ağzını ve Lerchenfeld aksanını değişimli), aynı zamanda İngilizce ve İtalyanca da lafladılar. Amaçları hiç de gösteriş yapmak değildi. Sadece kendilerini Batı-Avrupa yetişkin topluluklarında ifade edebilecekleri ve her yerde ülkelerindeymiş gibi hareket edip, kabul görecekleri için çocuklar gibi seviniyorlardı. Bütün arzuları onları ciddiye almaları ve Batı-Avrupalı olarak görmeleriydi.
Avrupa’yı belki de gözlerinde biraz fazla büyüttüklerini ve kendimin bile Batı-Avrupa kültürüne pek yakın olmadığımı anlatmak istedim onlara. Ama niyetimden hemen vazgeçtim. Hem sonra sevinçlerini niye bozacaktım ki?
Onlara sürekli cebimde taşıdığım altın kaplama dişlerimi gösterdim ve yüksek kan basıncımdan, beş lambalı radyomdan, henüz oluşmakta olan böbrek taşlarımdan, birçok akrabamın apandisitinin alındığından falan söz ederek hava attım. Herkesle gerektiği gibi konuşuyordum.
Bu çok etkileyici oldu.
Küçük gülümsedi, peri gözleriyle öyle onurlu ve içten baktı ki şaşırdım birdenbire ne yapacağımı. Benden ne istediğini anlayamadım. Başlarda alay ediyor sanmıştım. Daha sonra her iki elimi de yakalayıp göğsüne bastırdı. Bir doğana, ancak bir güvercin böyle saldırabilirdi. Bunda hiçbir cilve ya da bozulmuşluk yoktu. Kültürlü, ileri Batı-Avrupalı kızların, trende ilk olarak karşılaştıkları erkeklere karşı böyle davrandıklarını sanıyordu. Ondan sonra ben de kültürlü, ileri, Batı-Avrupa erkeklerinin benzer durumda davrandıkları gibi davranmaya çabaladım.
Annesi bunu gördü, ama pek ilgilenmedi bizimle. O, demin anlattığım gibi, Paul Valery’ye dalmıştı.
Koridora çıktık. Orada birbirimizi kovaladık, gülüştük ve elele tutuştuk. Daha sonra trenin camına yaslandık. Şöyle kur yaptım ona:
Karşılaştığım ilk Türk kızı sensin dedim, çünkü artık senli benli konuşuyorduk. Küçük, küçüğüm, biriciğim seviyorum seni. Bir zamanlar, okulda Mohaç savaşını öğretmişlerdi. Biliyorum ki senin ataların, benim atalarımın kanını döktü ve birbuçuk yüzyıl utanç verici kölelik altında tuttular. Buna karşın yine bir yüzelli yıl kölen, uşağın, vergi verenin olmak isterdim sevgili düşmanım, sevgili Doğulu akrabam. Biliyor musun? Gel barışalım. Ben hiçbir zaman kızmadım senin halkına, çünkü yokluklarında mutsuz olacağım en güzel sözcüklerimizi sizden aldık. Şairim ben, sözcüklerin aşığı, delisi. “İnci” sözcüğünü siz verdiniz, “ayna”sözcüğünü, ve sonra “tabut” sözcüğünü de. Sen, inci gibi kız, tabutum kapatılıncaya dek ruhumun aynasında parıldayacaksın. Eğer ‘yüzük’, ‘yüksük’, ‘buğday’, ‘şarap’ dersem anlar mısın? Tabii, niye anlamayacakmışsın, bunlar da sizin sözcükleriniz ve varlıklarından karın doyurduğum ‘harf’ de, ‘yazı’ da sizin. Yüzüğüm, yüksüğüm sensin, beslendiğim buğdayım, sarhoş eden şarabım sensin. En gösterişli üç yüz otuz sözcüğümüzü size borçluyuz. Eskiden beri arıyordum birisini, bir Türk’ü, şükranımı ifade edebilmek için ve en azından kısmen geri ödeyebilmek isterdim bu ödünç sözcükleri, silebilmek isterdim o zamandan bu yana faiz üstüne faiz binen dil tarihine dair vergiyi…
Trenimiz aniden karanlık bir tünele daldığında, böyle heyecanlanıyor, coşuyordum. Küçük ateşlice sarıldı belime. Bense hızla ve ihtirasla öpücükler konduruyordum dudaklarına. Eğer yanlış anımsamıyorsam tam üç yüz otuz öpücük.
Gece Kuşu Kornelius’un Trende Karşılaştığı Türk Kızı ‘Küçük’ Şimdi ne Yapıyor?
NOT: Öykünün İngilizcesini okumak isteyenler buraya tıklayabilirler.