
Hep merak etmişimdir: Acaba başka kültürlerde de “hocam” hitabı bizdeki anlam zenginliğine sahip midir? Ben ‘hocam’ seslenişinin dünyanın hiçbir yerinde bizdeki anlam ve duygu zenginliğini yansıtmadığına inanırım. Belki uzak doğu kültürleri bu genel yargının bir istisnası olarak gösterilebilir. Bu hitap tarzında derin ve içtenlikli bir saygının izleri hissedilir. Hiç kuşkusuz, pek çok şey gibi hocalara açılan bu peşin kredi uygarlığımızın bir verimidir.
Genellikle uygarlığımızın bize sağladığı verimlerin pek farkında olmayız. Yüzyıllar içerisinden geçerek kültürel genetiğimizin bir parçası haline gelmiş iyi özelliklerimiz bilinçaltımızda bir yerlerde sessizce hükmünü icra eder. Bazen dışarıdan yapılan bir gözlem bu özelliklerimizi fark etmemize yardımcı olur. Dışarlıklı bir bakış veya izlenim sayesinde bizi beslemeye devam eden bilinçaltımızın derinliklerindeki bu nehrin canlılığını hissederiz. Yabancı bir gözün objektif tanıklığına ihtiyaç duyarız kendimize ait güzellikleri kabullenmek için. Belki bu yüzden bizi bize anlatan yabancı yazarlar, düşünürler, sanatçılar, televizyon proğramları toplumumuzda böylesine ilgi görüyordur. Belki de özgüvenimizi yitirdiğimiz içindir bu eğilim. Ya da kendimize, kimliğimize ilişkin derin bir kuşkunun sonucudur.
Benim de “hocam” hitabındaki zenginlik üzerine düşünmem yurtdışında çalışan bir meslektaşımızın bir gözlemi vesilesiyle oldu. Üniversitemizin mezuniyet töreni yapılıyordu. Törenin bir aşamasında diplomalarını vermek üzere yeşil sahanın içindeki o coşkulu kalabalığa karıştık. Gözleri ışıltılı mezunlarımızın saygı dolu “hocam, hocam” seslenişleri içerisinde hatıra fotoğrafı çektirme taleplerini karşılamaya çalıştık. Bizim için son derece olağan sayılan bu manzaradan yurtdışında çalışan meslektaşım bir hayli etkilendi. Amerikan üniversitelerinde öğretim üyelerinin öğrencilerinden beklentisiz bir sıcaklık, samimiyet, nezaket ve böylesine saygı içeren bir davranış tarzıyla karşılaşma olasılıklarının bir hayli düşük olduğunu söyledi konuğumuz. Amerikan sisteminde saygınlık hak edilmesi gereken bir şeydir. Öğretim üyelerinin de bu konuda bir ayrıcalığı yoktur. Arkadaşımın anlatmak istediği ülkemizde hangi düzeyde olursa olsun, hocalığın peşinen saygı uyandıran, adeta imtiyazlı bir statü olarak benimsenmesiydi. Gerçekten tüm meslekler ve uğraşlar içinde toplumsal saygınlıktan en büyük payı “hocalığın” aldığını söylemek abartılı bir ifade olmaz herhalde. Bir meslek için ne kadar büyük bir avantajdır bu!
Bu saygın sözcüğün bazı kişilere çok daha fazla yakıştığını görürüz. Yakışmaktan öte “hoca” sözcüğünün tüm anlamını ve derinliğini hissederiz onlara hitap ederken. “Sabri Hoca” da bu kişilerden biridir benim için; bu okuldaki ilk hocalarımdandır.
Seksenli yıllarda Türkiye’deki hukuk fakültelerinde muhasebe eğitimi bir hayli zayıftı. Daha doğrusu muhasebe dersi diye bir şey yoktu hukuk fakültelerinde o zamanlar. Bu durum tabii benim gibi vergi hukuku çalışmak isteyen hukukçular için büyük bir engel oluşturuyordu. Bu engeli aşmanın yolu, bir taraftan yüksek lisans programına devam ederken diğer taraftan lisans öğrencileriyle birlikte muhasebe derslerini takip etmekti. Sabri Hocayla tanışmamız işte bu dersler sayesinde oldu. 1983-1984 akademik yılında iki dönem boyunca hocanın ‘genel muhasebe’ derslerine devam ettim. Başlangıçta beni ürküten muhasebe konularını kısa bir süre içinde sevmeye başladım. Bu sevgiyi Sabri Hocaya borçluyum. Gerçekten, muhasebe biliminin o muhteşem mekaniğine hayran olmuştum. Sabri Hoca, ders anlatırken birbirleriyle uyum içindeki hesapların işleyişinden doğan tıkırtıları duyar gibi olurdum. Bembeyaz önlüğü içinde bazen gözüme anatomi dersi anlatan bir tıp profesörü gibi görünürdü Sabri Hoca. Muhasebenin de aslında bir çeşit işletme anatomisi olduğunu düşünürdüm. Hukuk eğitimi almış bir kişi olarak bir işletmede işlerin nasıl döndüğünü kavramamda Sabri Hocadan aldığım muhasebe derslerinin büyük katkısı olmuştur.
Sabri Hoca, bana sadece muhasebe öğreten bir hoca değildi. Genel olarak “hocalık” mesleği konusunda da ilk modellerim arasındaydı. Bir hocanın tıka basa dolu bir amfiyi (Merkez Amfi I’de yapardık dersleri) öğrencilerin derse olan dikkatini diri tutarak nasıl idare edebileceğini de ilk ondan öğrendim diyebilirim. Öğrenciler üzerinde gerçekten büyük bir otoritesi vardı. Tatlı-sert bir otoriteydi bu. Boğucu ve yıldırıcı değildi. Öğrencilerde ders bitse de kaçsak duygusu uyandırmazdı. Bunu üç saat sürmüş bir derse rağmen, öğrencilerin sakin ve gürültüsüz bir şekilde amfiyi boşaltmalarından anlardınız.
Sabri Hocayla daha sonraki yıllarda da beraber olduk. Afyon’a derse giderken yol arkadaşlığı yaptık. Son yıllarında ders aralarında tebeşir tozuna bulanmış önlüğüyle odama gelir, çayımı içerdi. Müşfik bir insandı. Bir kere bile ağzından başkalarını kötüleyen bir söz duymadım. Daha sık görüşmeyi istediğini hissettirirdi. Aramızdan ayrıldıktan sonra bunun mahcubiyetini duydum hep yüreğimde.
NOT: Bu yazı ilk kez 2011 yılında Anadolu Üniversitesi İ.İ.B.F Yayınları arasında çıkan “Prof. Dr. Sabri Bektöre’nin Anısına” isimli armağan-kitapta yayınlanmıştır.