Yazıyı flamenco müziğinin hafif bir yorumuyla birlikte okumak isterseniz ses dosyasını açabilirsiniz.
Bugün “Endülüs” (Andalucia) dediğimizde İspanya’nın güneyindeki özerk bölge anlaşılır. Tarihsel olarak Endülüs, İslam egemenliğindeki İber yarımadasının büyük bir kısmını kapsar. Sınırları İspanya’nın kuzeyine kadar uzanır ve Portekiz’i de içerirdi.
Endülüs’ün altın üçgenini Seville, Cordoba ve Granada oluşturur. Biz Seville kentini göremedik. Seville de bizi göremedi haliyle😀! Cordoba ile Seville arasında bir tercih yapmamız gerekiyordu. Seville daha büyük, daha canlı, daha renkli olmasına karşın Mezquita’yı, yani Kurtuba Ulu Camii’ni görme isteğimiz ağır bastı. Bu yüzden dört günlük gezimiz Malaga, Granada ve Cordoba kent merkezleriyle sınırlı kaldı.
Malaga
Budapeşte’den kalkan uçağımız üç saati aşan bir yolculuktan sonra Malaga Havaalanına indi. Malaga orta ölçekli bir şehir olmasına karşın son derece büyük bir havaalanına sahip. İspanya’da kitle turizminin buralardan başladığı söylenir. Costa del Sol, yani “Güneş Sahili” denilen güney kıyısı boyunca milyonlarca turistin konaklayabileceği tesisler yapılmış. Malaga Havaalanı da bu yoğun trafiğe uygun büyüklükte inşa edilmiş.
Kiraladığımız araçla Granada’ya doğru yola çıkmadan önce şehri gezecek kadar vaktimiz vardı.
Şehir yaklaşık sekiz asır İslam egemenliğinde kalmasına karşın o dönemden günümüze ulaşabilen eser sayısı pek fazla değil. İbn Battûta seyahatnamesinde Malaga’dan (Maleka) söz eder: Endülüs’ün en güzel ve kalabalık şehirlerinden biridir der onun için. Yakut rengindeki narlarını, altın suyuyla boyanmış çömleklerini över, şairlerinden örnekler verir.
Malaga halâ güzel bir şehir. Senenin 300 günü günlük güneşlik geçermiş burada. Her yerde portakal, limon ve yasemin ağaçları. Ve serviler! Tanıdık bir yerde olduğumuzu bize hatırlatan “serin serviler”.

Malaga’da ilk durağımız 10. yüzyılda müslümanlar tarafından inşa edilmiş heybetli kale (Castillo de Gibralfaro) oldu. Kale 15. yüzyılın bitimine kadar müslümanların elinde kalmış. Katolik monarklar Ferdinand ve İsabella’nın kuşatması üç ay sürmüş. Müslümanlar katoliklere değil ama açlığa teslim olmak zorunda kalmışlar sonunda.
Kale sapasağlam, duvarları hayli yüksek, merdivenleri dik. Vakur duruşları, yalın halleri, görmüş geçirmişlikleri ve o tuhaf sessizlikleri dolayısıyla kaleleri severim. Ekim ayının sonlarında olduğumuz için Akdeniz sıcağında bunalmadan surların üzerindeki taşlı yollarda rahatça dolaşabildik. Güzel iç avlularında, serin gölgelerinde dinlendik. Sonra şehir merkezine yöneldik.
Alımlı caddeleri, küçük dükkânları, anıtsal yapıları ve meydanlarıyla Malaga’nın tarihi merkezi gerçekten ziyaret edilmeye değer.
Bir de şu var! Diyelim ki, yolunuz bir şekilde Malaga’ya düştü. Olacak şey değil ama, diyelim ki Granada’ya yani Elhamra’ya kadar uzanacak vaktiniz yok. İşte, Malaga siz bahtsızlara bir fırsat sunuyor. Şehir merkezinde Roma döneminden kalma antik bir tiyatro var. Bu tiyatro kalıntısının hemen yanı başından Alcazaba’ya çıkılıyor. Alcazaba, 11. yüzyılda inşa edilmiş bir kale-saray. Elhamra’dan bir tadımlık lezzet almak istiyorsanız buraya uğramalısınız. Burasını Elhamra’dan bir fragman, Elhamra’ya giriş ya da bir önizleme olarak düşünebilirsiniz.
Gürbüz yeşilliklerin ortasında uzanan kıvrımlı bir patikayı tırmanarak saraya çıkılıyor. Etrafınızda yoğun bir bitki örtüsü: Koyu kırmızı begonviller, yasemin çalıları, sıra sıra portakal ağaçları. Ve palmiyeler. Herkes gibi palmiyeleri ben de severim. Sevmem diyemem, ama bu boylu poslu ağaçlar gurur, kibir, kendini beğenme, caka satma, tepeden bakma, işte bu minval üzere olan duyguları çağrıştırır bende. Servilerin karşıtı gibi görürüm onları.
Neyse, ağaçların dedikodusunu yapmayalım, konumuza dönelim!
Alcazaba at nalı biçimindeki kemerleriyle, bahçeleriyle, avlularıyla ve her yerde karşımıza çıkan minik fıskıyeli çeşmeleriyle İspanya tarihinin o müthiş etkileyici İslam dönemini anımsatıyor ziyaretçilerine.
Şehir 15. yüzyılda katoliklerin eline geçince Alcazaba da kraliyet rezidansı olarak kullanılmış, sonra askeri amaçlara tahsis edilmiş ve nihayet 1768 yılında terkedilmiş. Terkedildikten sonra toplumun en alt tabakasını oluşturan insanlarca işgal edilmiş. Surlar içinde hiçbir güvenliğin olmadığı tehlikeli bir kenar mahalleye dönüşmüş. Hayalet söylentileri de dahil olmak üzere pek çok efsaneye ve hikayeye konu olmuş. Kapsamlı bir restorasyon sonrasında turizme açılınca tekrar şehrin en çekici mekânlarından biri haline gelmiş.
Malaga güzel vakit geçirilebilecek bir yer. Şehir içinde ziyaret edilebilecek başka pek çok yer var. Değişik müzeleri, boğa güreşlerinin yapıldığı arenası, katedrali ve sahilleriyle her türlü ilgiye karşılık verebilecek bir şehir burası. Ha, bir de Picasso burada doğmuş! Doğduğu ev şimdi Picasso Vakfının merkezi olarak kullanılıyormuş. Biz gidemedik, çünkü acelemiz vardı. Bir an önce Elhamra’ya ulaşmak istiyorduk.
2 replies on “Endülüs İzlenimleri: Malaga”
Hocam, Malaga’yı bende gezdim. Ama sizin anlatımınız çok güzel
BeğenLiked by 1 kişi
Ben de ilk firsatta gitmek istiyorum:))
BeğenLiked by 1 kişi