Endülüs’ü gönlüme düşüren Emin Oktay’ın “Tarih” ders kitabıydı sanırım. Elhamra Sarayındaki Aslanlı Avlu’nun fotoğrafını ilk orada görmüş olmalıyım. Klişe tekniğiyle basılmış soluk bir resimdi. İlkokula yeni başlamıştım. Abilerimin ders kitaplarını karıştırmayı, daha doğrusu resimlerine bakmayı seviyordum.
“Endülüs” ismini de çok sevmiştim. İçinde ses uyumunu barındıran, yumuşak bir isimdi. İncelikli Endülüs uygarlığına çok yakışıyordu. Doğudaki Hint-İslâm uygarlığının Batıdaki karşılığıydı Endülüs. Çocukluk imgelemimde her ikisi de hayallerimi süsleyen masal-ülkelerdi benim için.
Sonra?
Sonra, ben büyüdükçe içimdeki Endülüs sevgisi de büyüdü. Birşeyler öğrendikçe sevgiye hüzün eşlik etmeye başladı. Masallar ülkesi derin iç çekişlerin ülkesine dönüştü. Büyüklerden Endülüs’ün artık “masal olduğunu” öğrendik.
Masal dediysek sözün gelişi. Endülüs yediyüz yılı aşkın ömrü, geriye bıraktığı soyut ve somut kültürel mirası, yetiştirdiği deha çapındaki insanlarıyla halâ ışığını yaymaya devam ediyor. İslam Uygarlığının pek çok kanıtından biridir Endülüs.
Ve hayret uyandırıcıdır!
Düşünün, Hicretin üzerinden bir yüzyıl dahi geçmeden müslümanlar Avrupa’nın güney-batı köşesine, İber Yarımadasına ulaşıyorlar ve insanlık tarihinin gördüğü en büyük uygarlıklardan birini kuruyorlar orada. Avrupa, daha şehir kavramını bilmezken, sokak aydınlatmasıyla, su şebekeleriyle, üniversiteleri ve kütüphaneleriyle, sarayları ve diğer muhteşem yapılarıyla, müziği ve şiiriyle yeryüzünün en saf, arı-duru, incelmiş şehirlerini sunuyor tüm insanlığa. Hepsinden önemlisi işgalci Vizigotların zulmü altında inleyen İspanya ve Portekiz, müslümanlar sayesinde gerçek barışla tanışıyorlar.
“Çok romantiksin hocam!” derseniz, ben de sizden İslam fetihleri ile haçlı işgallerini karıştırmamanızı rica ederim! İslâm fetihleri ülkeleri barışa, adalete, hakikate, uygarlığa, insani değerlere açarken; haçlı işgalleri istisnasız her zaman baskı, zulüm, ölüm, soykırım, kölelik, kargaşa ve daha pek çok olumsuzluğu getirmiştir beraberinde. Kuşkunuz varsa tarih kitaplarına değil, haber bültenlerine bakın! Bir daha bakın! Bir Bosnalının, bir Suriyelinin, bir Iraklının, bir Afganistanlının, bir Azerbaycanlının, bir Doğu Türkistanlının, bir Keşmirlinin, bir Arakanlının, bir Çeçen’in, bir Tatarın, bir Filistinlinin gözüyle bakmayı deneyin. 1000 yıl öncesiyle 1000 yıl sonrası arasında bir fark görebilirseniz haberim olsun!
Müslümanlar İber Yarımadasına, Vizigotların baskısı altındaki hristiyanların önderi Julian’ın 711 yılında Kuzey Afrika Valisi Musa ibn Nusayr’dan yardım talep etmesi üzerine ayak basmışlardır.
Cebeli Tarık Boğazına ismini veren Tarık bin Ziyad komutasındaki islam ordusu sadece 7000 askerle kısa zamanda yarımadaya hakim oldu. Müslümanların bu hızlı başarısı askeri deha ve yetenek kadar halka sundukları insani ve merhametli teslim şartlarına bağlanmaktadır. Zorba Vizigot yöneticilerinin insanlara zorla dayattıkları zâlimâne şartlarla tam bir tezat oluşturuyordu müslümanların şartları.
- Müslüman İspanya’da hıristiyanlar ve yahudiler gettolarda ya da benzeri yerlerde yaşamaya zorlanmıyorlardı.
- Köle değillerdi.
- İnançlarını yaşamaları engellenmiyordu.
- Din değiştirme ile ölüm arasında bir tercihte bulunmak zorunda değillerdi.
- Hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli mesleki ve ticari faaliyetleri (bankacılık, altın-gümüş ticareti dahil olmak üzere) yasaklanmamıştı.
- Kamu hizmetlerinde görev alabiliyorlardı.
- Hıristiyan ve yahudiler toplumsal ve kültürel hayatın gelişmesine katkı sunabiliyorlardı.
- BBC’nin Muslim Spain başlıklı web sayfasından alıntı.
İspanya’nın İslâm Dönemi sıklıkla “altın çağ” olarak nitelenir. Hem müslümanların hem de gayri-müslimlerin bilim ve kültürün gelişmesine çok önemli katkılarda bulundukları bir dönemdir bu dönem. Bernard Lewis, The Jews of Islam adlı eserinde “Hıristiyan anti-semitizminin aksine Müslümanların müslüman olmayanlara yönelik tutumlarının nefret, korku ya da kıskançlık içermediğini” söyler.
Peki, ya sonra?
Sonrası, düşmez kalkmaz bir Allah. Endülüs İslam Devleti de tarihin ve kaderin yazısına teslim olarak ömrünü tamamladı. Asla yok olmayacak İslam Uygarlığının bütün ışıltılarını kişiliğinde yansıttığına inandığım çağdaş düşünürümüz Sezai Karakoç, Endülüs’ün neden yıkıldığını “Tarih Şuuru” başlıklı yazısında özlü bir şekilde açıklar:
İlkin İspanya’daki müslümanları öldürmeğe başladılar. İspanya’daki küçük İslâm devletlerinin büyük tehlikeyi idrak etmememeleri yok olmalarına sebep oldu. Öyle ki, korkunç yok etme hareketi, bir endülüs beyliğini imha etmek için öbürleriyle koalisyon yapıyordu. Ve İspanya’dan her İslâm devletçiği ortadan kalkarken, öbür İslâm devletçikleri sevinçlerinden yerlerinde duramıyorlardı. Hemen arkasından hepsi hristiyanlarla anlaşıyorlar ve bir zavallı beyliği daha boğuyorlardı. Bu şuursuzluk, İspanya’daki müslümanların tam imhası ve dünyanın en parlak medeniyetlerinden olan Endülüs Medeniyetinin yeryüzünden silinmesiyle sonuçlandı.
Endülüs’ün yıkılış tarihi 1492 olarak kabul edilir. Bu aynı zamanda Gırnata (Granada) Emirliğinin teslim oluş tarihidir. Müslümanların İspanya’dan tümüyle silinmesi 17. yüzyılın başında tamamlanmıştır. Kuşkusuz insanlık için büyük bir felâketti bu. Ancak, şans yine de İslâm dünyasından yanaydı o devirlerde. Çünkü, İslâm uygarlığının en batıdaki temsilcisi tarih sahnesinden çekilirken, Devlet-i Âliyye, yani bir “Yüce Devlet” yükselişini sürdürüyordu. Endülüs, Osmanlı Devletinden yardım istemişti. Osmanlı da zamanın imkânları ölçüsünde yardım elini uzatmıştı ona; müslümanlara ve yahudilere!
Şimdiyse tam kalbimizden vuruluyoruz …….